بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

28 Eylül 2008 Pazar

Hainler


ABD ve AB hainlerinin Oyunlarına Gelmeyiniz.

22 Eylül 2008 Pazartesi

İnsan Nankördür


20 Eylül 2008 Cumartesi

Sorumluluk


Tabloyu Tıkla Büyüsün.
Her insan Kendi Yaptığından Sorumludur.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Sahte Resul,İskender

RAVDA ÖZEL

NUR TV’ye DİKKAT

16.05.2006-07:41

UYARIYORUZ...

NUR TV'ye DİKKAT !

NUR TV'de sürekli konuşan ve kendisini Allah'ın Rasûlu diye kamuoyuna tanıtan; sahte, şarlatan Mehdi(!) İskender Evrenesoğlu (İskender Ali Mihr)'in gerçek yüzünü ortaya çıkarıyoruz.

Başta Başbakanlık olmak üzere, Diyanet İşleri Başkanlığını ve tüm duyarlı sivil toplum kuruluşlarını göreve çağırıyoruz.

Bu sahte peygamberin birkac dümenini ve şeytani oyunlarını aşagıda maddeler halinde belirtiyoruz;

"Kuranda 3 bin ayet vardır"

"Allah ile konuşuyorum"

"Benimle birlikte Allah ile konuşan 20 arkadaşımız var"

"Ben Resulüm"

"65 milyon insanda, 5 milyonu cennete gidecek"

"Alnındaki şeytani beni göstererek, bunun bir işaret olduğunu belirtme".

İslam'ın nurlu esaslarını; güya "Allah Üniversitesi" (University Of Allah) adı altında, yer altına çekmek suretiyle, karanlık fikirlerini insanlara enjekte etmeye çalışıyorlar. MİHR vakfı adı altında, islamî akideye uymayan birçok işi yapan bu sahte peygamber yandaşlarına karşı,
SİZLERİ DAHA DİKKATLİ OLMAYA ÇAĞIRIYORUZ..

http://ozel.ravda.net/include.php?path=content/content.php&contentid=18

14 Eylül 2008 Pazar

NUSAYRİLİK NEDİR?

NUSAYRİLİK

Çoğunluğu Suriye'de yaşayan aşırı bir Şiî-Batinî fırkası. Bunlara günümüzde Numeyrîler ismi de verilmektedir. Nusayrî isminin ise geçmişte kalan bir isim olduğunu ve fırka kurucusuna nisbeten bu ismin verildiğini ileri sürerler. Fırkanın ismini, kurucusu olan Muhammed b. Nusayr en-Nemiri'ye (270/883) nisbeten aldığı bilinmektedir. Zaten itikadi fırkaların hemen hemen bir çoğunun kurucularına nisbeten tanındıkları ve buna uygun isim aldıkları bilinen ve sık rastlanan bir durumdur.

Batinî karakterli fırkalarda ortak olarak görülen husus, bunların genel olarak çift hayatları olmasıdır. Yani birisi, kendi içlerinde ve çevrelerinde yaşadıkları ve yaşattıkları hayat seyri, diğeri de toplum içinde yaşamaları itibariyle toplumsal hayatlarıdır. İşte Nusayrilik de genel anlamda bu özellikleri taşımakla birlikte, batınî fırkalar arasında, önemli eserlerinden bir kısmı elde edilebilmiş ve dolayısıyla görüşlerine vakıf olunabilmiş fırkalardan birisi olma özelliğini taşımaktadır.

Nusayriliğin kurucusu İbn Nusayr, Şiî-İmamiyyenin onuncu imamı Ali en-Nakî'nin hayatında onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyor; onun hakkında aşırı görüşler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu. Onun ilahlığını söylüyor ve haramları helal kılıyordu. Bir rivayete göre de, İbn Nusayr, İmamiyye'nin onbirinci imamı Hasan el-Askeri'nin (260-873) "bab"ı olduğunu ileri sürmüş ve onun vefatıyla da oğlu Muhammed b. el-Hasan'ın mehdiliğini kabul etmiştir (E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhebleri, s. 143, en-Nevbahtî, Fırakuş-Şî'a, nşr. M.Sadık, Necef 1936, s. 193).

Genellikle Suriye bölgesinde yayılmış bulunan Nusayriler, Karmatilerin 291 (903) yılında Suriye'yi ele geçirmesi üzerine, bir kısmı Suriye'de kalırken bir diğer kısmı ise, Antakya civarına çekildiler. Özellikle Nusayrilik Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasıyla bu dönemde büyük bir güç kazandılar. Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmiş ve yaygınlaşması için uğraşmışlardır. Selçuklular döneminde Malazgirt savaşını (463/1071) takiben de Nusayriler Antakya'yı ele geçirmişlerdi. Frankların 492 (1098) yılında bölgeyi işgal etmeleri üzerine bir süre onların hakimiyetleri altında kaldılar. Haçlı seferleri esnasında Haçlı ordularına yardım etmiş ve müslümanların aleyhinde Hristiyanlara destek olmuşlardı. Bundan dolayı Selahaddin Eyyubî tarafından cezalandırılmışlardır. Aynı şekilde Memluklular aleyhinde Moğollara yardım ettikleri için Memluklu Sultanı Baybars'tan da baskı gönnüşlerdi. Nusayriler, bölgede sırasıyla hüküm süren, Selahaddin Eyyubi, Haçlılar, İsmaililer ve Moğollar'dan sonra Yavuz Sultan Selim'in 922 (1516) yılındaki Mercidabık Zaferi ile Suriye'yi ele geçirmesi ile daha sonraki devirlerde de aynı bölgede varlıklarını sürdürürler. Nusayrilerin hemen hemen her devirde ve özellikle Osmanlı Döneminde varlıklarını sürdürmelerindeki en önemli faktör, Osmanlı Devletinin, hükmü altındaki bölgelerde her inanç ve ırktan olan kavimlere gösterdiği müsamaha anlayışı ve tavrı gösterilmektedir. Zira, Osmanlı Devleti, bu tavrını devletin bağlayıcı ve birleştirici bir felsefesi olarak telakki etmekte idi. Zaman zaman Osmanlılara karşı isyan etmelerine rağmen II. Abdülhamid onları resmen bir mezheb olarak kabul etmişti.

Bugün Suriye'de çeşitli bölgelerde, Hatay, Tarsus, Adana, Fırat boyları ve Lübnan'da yaygın olarak yerleşmiş bulunan Nusayrilerin sayısı bir kısım araştırmacılara göre yaklaşık 325-400 bin kişi civarındadır (L.Massignon, "Nusayriler" Maddesi, İ.A.) Bir kısım araştırmacılara göre ise, yalnız Hatay Bölgesi'nde yaklaşık yüz kırk dokuz bin Nusayri bulunmaktadır (Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans la Religion d'Hatay, Doctorat de III e cylcle Paris 1973, s. 21).

Diğer bir çok itikadî fırkada olduğu gibi Nusayrilik de kendi arasında çeşitli fırkalara ayrılmıştır. Bunlar genel olarak dört kola ayrılmışlardır ki, bunlar; Haydariyye, Şimaliyye (veya Şemsiyye) Kilaziyye (veya Kameriyye) ve Gaybiyye'dir. Ancak bunlar, esas itibariyle, Şimafiyye ve Kıbliyye olmak üzere iki ana kol halinde yaygınlık kazanmışlardır.

Nusayrilerin itikadi görüşlerine gelince:

Bunların görüşleri kısmen İslâm'dan kaynaklanmış olsa da ağırlıklı olarak batıni tevillere dayanmakta ve hatta zaman zaman hristiyan kültürünün etkisi görülmektedir. Hüseyin b. Hamdân el-Hasıbî'nin (346 veya 358/957 veya 968) Kitâbül-Mecmû'u ile önce nusayri iken daha sonra hristiyan olan Adanalı Süleyman Efendi'nin Kitâbul-Bakürati's-Süleymaniyye fi Keşfi Esrâri'd-Diyânâti'n-Nusayriyye isimli eserleri Nusayriliğin itikadı ile ilgili önemli bilgiler ihtiva ederler.

Bir çok itikadi fırkada gördüğümüz gibi, fırkaların görüşlerini temel bazı hususlar teşkil etmekte ve diğer görüşler bu görüşün etrafında odaklanmaktadır. Nusayrilerin görüşlerinin temelini de Hz. Alinin ilahlaştırılması teşkil etmektedir. Bundan dolayı Nusayriler Şia fırkaları arasında gulat kısmından telakki edilmektedir. Bu fırkanın bütün kollarına göre Hz. Ali mabudtur, tanrıdır. Yüce Allah için sayılan sıfat ve özellikler Hz. Ali için sayılmaktadır. O nurun nurudur, ilahi zatı itibariyle gizlidir. O manadır. Görünüşte imam olmasına rağmen, batını cihetiyle O, Allah'tır. Buna göre onların şehadet kelimesi "Ben Ali'den başka ilah bulunmadığına şehadet ederim "şeklindedir.

Bu anlayışa göre Ali, Tanrıdır. Kendi ruhundan Muhammed'i, O da Selman-ı Farisî'yi yaratmıştır. Ali "mana", Muhammed "isim", Selman ise "bab"dır. Bu üçlü A(ayn), M (Mim) ve S (Sin) sembolleriyle ifade edilir. Bu üçlü sembolize sistemi Süleyman Hasbi tarafından Hristiyanlıktaki "Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs" sistemiyle açıklanır. Ayrıca Selman'dan sonra beş tane de eytam vardır ki, bunlar; Mikdad b. el-Esved (Tabiat olayları ve zelzeleyi yürütür), Ebû Zerril-Gifâril-Gifâri (Yıldızların hareketini idare eder), Abdullah b. Revâha (Canlıların hayatlarıyla uğraşır), Osman b. Maz'un (Rızık ve hastalıklarla uğraşır) ve Kanber b. Kadân ed-Devrî (Ruhları cesetlere gönderir). Bu beş eytam, aynı zamanda beş büyük yıldızdır.

Tenasüh ve ruh göçüne inanırlar. Onlara göre, insanlar ilk kez semâvî varlıklar olarak yaratılmışlar; fakat düşüşlerinin bir sonucu olarak bu günkü şekillerini kabullenmek zorunda kalmışlardır. Sürekli tenasüh ve ruh göçü, insanların tekrar semavi varlıklara dönmesiyle son bulacaktır. Yine Hz. Ali (r.a)'in yıldızların prensi olduğunu ve güneş veya ay ile cisimlenmiş bulunduğuna inanırlar.

Kendileri Ali'nin uluhiyyetine inanmak ve onun yüceliğinin nimetine ermek şerefine ulaşan kişilerdir. Aliye inanan Nusayrilerin ruhla, hareket yoluyla yıldızlar haline dönüşerek nurlar alemine yükselir. Nusayri olmayanların ruhları ise, hayvan cesetlerine girer. Onlara göre kadınların ruhları yoktur. Şeytanlar insanların günahlarından, kadınlar da şeytanların günahlarından yaratılmışlardır. Bu bakımdan kadınlara onların mezheblerinin sırları açıklanmaz. Bu taassuplarından ötürü Fâtıma'nın ismini kullanmayıp, metinlerinde bu kelimenin müzekkeri olan Fâtır'ı kullanmayı tercih ederler. Ayrıca onlara göre, diğer halifelerle birlikte bir kısım sahabe ile Muaviye, Yezid ve Haccac da şeytanın sembolleridir ve lanetlidirler.

Tanrı olarak kabul ettikleri Ali'nin bulunduğu yer konusunda iki gruba ayrılırlar. Haydariler'e göre Ali, göktedir. Güneş Muhammed'i, ay da Selman'ı temsil eder. Ali güneşte oturmaktadır. Bu yüzden bunlara "Şemsiler" de denilmektedir. İkinci kol olan Kilaziler'e göre ise Ali'nin yeri ay'dır. Bu yüzden bunlara da "Kameriler" ismi verilmektedir.

Onlara göre şarap, uluhiyyetin sembolüdür. Bundan dolayı şarabı ve şarabın aslı olan üzüm asmalarını aşırı bir şekilde yüceltirler.

İslamın beş şartı ise şöyle bir tevil esasına göre anlaşılır:

1. Şehadet: Nusayriliğe girişte yukarıda sözü edilen şehadet kelimesi tekrar edilir. Sonra da "Nusayri dininden, Cundebî görüşünden, Cunbulanî tarikatından, Hasibî akidesinden, Cillî inancından, Meymunî fıkhından olduğuma şehadet ederim" şeklindeki söz söylenir.

2. Namaz: Namaz sesle yapılan bir ibadet olup, sadece duadır. Namazın başında "Ali, Muhammed ve Selman'ı yüceltiriz" demek, namazı eda etmek olarak anlaşılır. Namaz Ali'ye açılan bir kalbin niyazı olarak anlaşıldığından ferdi yapılır, ancak, bayram ve mukaddes günlerde cemaat hafinde de yapılabilmektedir. Namazdan önce abdest alınmaz. Namazın şartları beştir:

a) Beş seçkini bilmek, Bunlar; Muhammed, Fâtır, Hasan, Hüseyin ve Muhsin'dir.

b) Gülmeden ve konuşmadan dua etmek,

c) Namazı, Abbasi rengi olduğu için siyah takkesiz kılmak,

d) İbadeti başkaları görmeden gizli yapmak,

el Namazı, "Ey Yüce, Büyük ve Arıların Efendisi Ali, bize merhamet et" diyerek bitirmek.

Namazın sayısı yine beştir ve beş masuma tahsis edilmiştir. Namazda Mekke'ye dönmek şart değildir. Öğleye kadar güneşin doğuş yönüne, öğleden sonra ise batıya doğru yönelinir.

3. Oruç: Oruç, Resulullah'ın babası Abdullah b. Abdulmuttalib'in sessizliğini temsil eder. Buna göre Ramazan Abdullah, Kur'an Hz. Muhammed'dir. Ramazan günleri ise, Nusayrilerin kutsal kişilerini temsil eder.

4. Zekat: Zekatın manası dini öğrenmek ve aktarmaktır. Her aile malî şartlarına göre, şeyhe para vermek zorundadır. Bu zekat yerine geçer.

5. Ziyaretler: Ziyaret yerleri çok önemlidir. Buralar beyaza boyanır ve aynı zamanda ibadet yerleridir. Ziyaret yerleri ya su kenarlarında ya da ağaçlık yerlerdedir. Bu anlayışları eski Fenikelilerden kalan bir inançtır.

Nusayrilerde, şeyhler tabir edilen din işlerini organize eden dört ayrı sınıf vardır ki, bunlar onlara göre büyük önem arzetmektedir.

Bunları da sırasıyla şöyle sıralayabiliriz;

A- Büyük Şeyh: Ali'nin yeryüzündeki gölgesi durumunda olup, geniş ve büyük bir otoritesi vardır. İnsanüstü gücü bulunduğuna inanılır, bu yüzden büyük itibar görür. Vazifesi, şeyh ve imam adaylarını seçmektir. Her bölgede ancak bir büyük şeyh bulunur.

B- Şeyh: Cemaatın manevi önderleri durumunda bulunan şeyhlerin sayıları çoktur ve atalarının melekler olduğuna inanılır. Melekler onlara hulul etmiştir. Ahiret aleminde şefaat hakkına sahiptirler. Merasim ve ziyaretleri idare edip, hastalara dua ederler, onlardan izinsiz doktora bile gidilmez. En güzel ve zengin kızlarla evlenirler ve evleri herkese açıktır. Şeyh olabilmek için şeyh ailesinden gelmek şart olduğu gibi geniş bir kültüre de sahip olmak zorunludur.

C- Nüvvab: Bir nevi şeyh yardımcısı durumundadırlar. Şeyh olabilmeleri büyük şeyhin kararına bağlıdır. Bunun için geniş bir tecrübeden geçmesi gereklidir, şeyh olabileceği kanaatı oluşuğunda bir başka bölgeye şeyh olarak atanır.

D- İmam: Daha alt tabakadan görevlilerdir.

Nusayriliğe giriş bir kaç merhaleden oluşmaktadır. Kadınlar bu mezhebe giremezler. Erkekler ise mezhebe girmekle yükümlüdürler. Giriş için, esas şart ana-babanın Nusayri olmasıdır. Erkek, sağlığı yerinde, 8-10 yaşından büyük ve ölümle karşı karşıya kalsa bile sır saklayabilecek kabiliyet ve olgunlukta olmak da Nusayriliğe giriş için gerekli şartlardandır.

Nusayriliğe giriş genel olarak üç merhaleden oluşmaktadır.

Sırasıyla bu merhaleleri görmeye çalışalım;

Birinci merhale: Mezhebe girecek yaşa gelen çocuğu babası, güvendiği bir nusayriye götürür ve ona tavassut etmesini ister. O şahıs onun manevi babası haline gelerek onu iyice tanır. Çocuğun durumu hakkında şahitler ve şeyhin huzurunda teminat alınır, çocuk eğer sır verirse öldürülür. Daha sonra o kişi çocuğun eğitimini sağlar. Müslümanların gözünde iyi bir müslüman intibası bırakmak için namaz kılıp, oruç tutmasına özen göstermesi istenir. Zira bu safhada o çocuk bir nevi ilk imtihandan geçmektedir.

Bu ön hazırlık safhasından sonra çocuk, "Meşveret Cemiyeti" adı verilen bir toplantıya alınır ki, bu toplantı şeyhin veya ileri gelen bir nusayrinin evinde yapılır. Çocuk içeri alınır ve nefsini alçaltma, itaatkâr olmanın bir nişanesi olarak, şeyhin ve orada bulunanların ayakkabılarını başına koyar. Uluhiyyet sembolü olan bir kadeh şarabı içtikten sonra, o, "Abdu'n-Nur" (Nurun kulu) adını alır. Bu arada a(ayın), m(mim), s(sin) harfleri, manaları anlatılmadan bir mühür şeklinde tekrar ettirilir, tekrar el ve ayaklar öpülür. Sonunda da bu merasimin ay, gün ve senesi kaydedilir.

İkinci merhale: İlk merhaleden kırk gün sonra yapılan bu toplantının adı "Melik Cemiyeti"dir. Çok zengin ve görkemli bir toplantıdır. Nakib, çocuğa tekrar bir kadeh içki sunar ve a(ayın), m(mim), s(sin) harflerinin sırrını öğreterek bunları her gün 500 defa tekrar etmesini emreder. Bu arada "Kitâbül-Mecmu" dan da bazı bölümler kendisine öğretilir.

Üçüncü merhale: Bu ikinciden daha görkemlidir. Nusayriliğe giren çocuk eğer ileri gelen bir aileden veya şeyh ailesinden birisi ise ikinciden yedi ay, eğer halkdan birisi ise dokuz ay sonra icra edilir. Geniş bir salonda yapılan bu merasim bir hayli kurallara bağlıdır. Salonda ortada büyük şeyhi temsilen bir imam oturur, sağında nakib, solunda ise necîb vardır. Bu şekil aynı zamanda a(ayın), m(mim), s(sin) harflerini yani Ali, Muhammed ve Selman üçlüsünü temsil etmektedir. Nakibin sağında da havarileri temsilen on iki kişi bulunur. Necibin solunda ise yirmi dört kişi yer almaktadır. Bu kişiler Kitabul-Mecmu'un beş defa tekrar edildiğine şahitlik ederler. Merasimin başında imam tekrar, sır saklayacağına dair söz ister, havariler de onun sözüne şahitlik ederler. Bu sırada on iki havari önlerindeki on iki bardaktan birer yudum içki alırlar, aday da alır ve böylece uluhiyyete erilmiş olur.

Nusayrilere göre kutsal kabul edilen bayram ve merasimler şunlardır:

1. Fıtr (Ramazan) 2. Adhâ (Kurban) 3. Gadîr (18 Zilhicce; Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi imam tayin ettiğine inanılan gün) 4. Mubahale (21 Zilhicce, Necranlı Hristiyanlarla Hz. Muhammed arasındaki lânetleşme olayı) 5. Firaş (29 Zilhicce; Hz. Peygamberin Medine'ye hicret ettiği gece Hz. Ali'nin O'nun yatağına yatması) 6. Aşüre (10 Muharrem; Nusayrilere göre Hz. Hüseyin, Kerbela'da ölmemiş, Hz. İsa gibi göğe çekilmiştir). 7. 9 Rebiulevvel (Hz. Ömer'in şehid edildiği gün) 8. 15 Şaban (Selman'ın ölümü) 9. Nevruz ve Mihrican bayramları 10. 24/25 Aralık gecesi Hz. İsa'nın doğumu ve "son yemek" ayini.

Onlar bayramlarda özellikle uluhiyyetin sağlanması için şarap içer ve buhur yakarlar. Onlara göre bu hareket bir uluhiyyet göstergesidir. Zira şarap kutsaldır.

Nusayriler, burada görüldüğü üzere, kendilerince kutsal kabul ettikleri bir takım bayram ve merasimlere çok bağlıdırlar ve bunları dikkatlice icra ederler. Zira bir çok batıl fırkada görüldüğü gibi, onlar kendi otorite ve ağırlıklarını ancak bu şekildeki resmi ve görkemli merasimlerle ve mensupları huzurundaki söz vermelerle sağlamaktadırlar. Yani bunun ancak ve ancak kollektif şuurla sağlanabileceği kanaatindedirler. Kollektif şuur, bir bakıma oldukça önemli ve zaman zaman da kullanılması lüzumludur. Ancak, bunun bir taassup ve hedef şeklinde kullanılması yanlış kanaat ve izlenimlere götürmektedir. İslâmda da bir takım merasim ve kollektif şuura götüren vesileler vardır, fakat bunların hiç birisinde esas itibariyle bir aşırılık gözlenmediği gibi daima itidal tavsiye ve tasvib edilmiştir. Ayrıca akıl ve mantık ölçüleri hiç bir şekil ve surette ihmal edilmemiştir. Önemli olan da budur ve bu tür merasimlere taassup ve ifrat-tefritin karışmamasıdır. Ve bu tür merasimlerin hiç bir şekilde hedef ve amaç olarak görülmemesidir.

Nusayrilerin buraya kadar anlatılan inanış, davranış, hal ve hareketleri dikkatlice izlenip gözönüne alındığında, bu mezhebin söz konusu bölgelerde zaman süreci içinde hüküm süren eski dinler ve inanışlardan, özellikle totemcilikten, Sabiîlik'ten, Mecusîlikten, Musevilik ve Hristiyanlıktan ve ilkel inanışlardan oldukça büyük oranda etkilendiğini görmek ve müşahede etmek mümkündür. Bu inanış biçimi ve tezahürleri aynı zamanda bâtınilik perdesi ile de örtülerek bir gizlilik içinde, takdim edilmiştir. Zira, sözü edilen tutarsız görüş ve inanç biçimleri ancak bu şekilde idame ettirilebilmiştir. Dikkat edilirse mezhebe ilk girenden, ilk alınan söz, sır saklama hususudur.

Şu ana kadar inançlarını özetlemeye çalıştığımız Nusayriler, aslında inançlarını son derece gizli tutarlar. Öyle ki, büyük bir çoğunluğu inançların tamamı ve sırları hakkında bilgi sahibi olamazlar. Bu, ancak seçkin bir zümreye aittir. Öğretiler uzun bir üyeliğe kabul süreci içinde öğretilir. Bu, ancak uygun görülen 19 yaşına basmış erkekler için başlar. Sırlarını, başkalarına açma korkusuyla kadınlara öğretmedikleri gibi, kadınlar ayinlere de katılamazlar. Üyeliğe kabul töreni masonların üyeliğe kabul törenlerine şaşırtıcı bir biçimde benzemektedir.

Nusayrilere Fransız işgalcileri Eylül 1920'de Alevî ismini verdiler. Böylece Hz. Ali (r.a)'nin ismini kullanarak İslamı yıkmak daha kolay olacaktı. Dolayısıyla o günden bu güne Alevî ismiyle çağrılmayı tercih ettiler. İran'daki Bahâiler ve Pakistan'daki Kadiyâniler gibi Nusayriler de emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda kendilerine düşen rolü layıkiyle oynamışlar ve bu gün Suriye'de bu rollerini oynamaya devam etmektedirler.

Bu gün Suriye bu insanlar tarafından idare edilmekte olup, tarih boyunca Müslümanları devamlı katletmişlerdir. Sadece 1982 yılında Hama şehrinde gerçekleştirdikleri katliamda otuz bin sivil insan şehit olmuştur.

Sonuç olarak; gerçekte bir mezhep gibi görünmesine rağmen Nusayrilik, ne Hristiyanlıkla, ne Yahudilikle, ne de İslam ile ilgisi olmayan; gerek inanç, gerekse ibadet yöntemleriyle ayrı bir din olarak ortaya çıkmaktadır. Bunların kâfir, müşrik, mülhid olduklarında bütün Ehl-i sünnet ve Şia uleması ittifak etmiştir. Hatta İbn Teymiyye, bunların kestiklerinin yenilemeyeceğini, kadınlarının nikâh edilemeyeceğini söyledikten sonra; mürted olduklarından Cizye ödemekle hayat hakkına sahip olamayacaklarını bildirmektedir.

Nusayrilik bu tepkiyi görmesine rağmen bir ara Lübnan'daki İmamiye mezhebi mensupları tarafından Şiî bir mezhep olarak kabul edildi. Nusayrîler Suriye halkının dörtte biri olmalarına rağmen 1971'den beri ülke yönetimine hakim olmuşlardır. Böylelikle yirmi yıldır bütün ülke diktatör hafız Esad tarafından baskı altında tutulmaktadır.

Abdürrahim GÜZEL
Şamil İ.A.

ALEVİLİK NEDİR?

ALEVİLİK

Dördüncü halife Hz. Ali'nin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)'ın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren; imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan" hareketin genel adıdır. Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali'ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafını tutan' anlamında "Şia"* denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şia'dan farklı olarak 'Râfıza' 'Ravâfız' tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz. Ali'yi tanıyanlara, Ali'ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında "Alevî" tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali'nin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, İslâm'a aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır. Alevîler Hz. Ali'nin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber'in tabii olarak varisiydi. O, İslam'ı ilk kabul eden kimsedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed'in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'ın işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamber'in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr'i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekr'in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber'den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü'nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr'ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer'le Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekr'e bey'at* etmiştir.

Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-ı Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs" taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib'in (r.a.) haklarını tanıdıkları için "Ali'nin 'şiası, taraftarı" olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı İmam-ı Â'zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd'i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'a (r.a.), Ömer el-Faruk'a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)'e ve daha pek çok ashâb-ı kirâm'a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib'e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır. Ne Resulullah'ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ'fer es-Sâdık'ın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah'ın hâkimiyetini istediklerini haykıran Ca'feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır'da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu'da yaşayan Alevîler'den, Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.

Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Ali'de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allah'ın Ali'nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali'nin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar "sebeîler"dir. İslâm'da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San'alı bir Yahudi olan İbn Sebe'nin telkini ile başlamıştır. Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta İbn Sem'an, Ebû Mansur el-İclî, Ebu'l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.

Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câ'fer es-Sâdık'*a bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâm'a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câfer'in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû'l-Hattâb'ın ekolü, "İsmâiliye*" veya "Yedi İmam" mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemen'de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistan'a kol atmış ve batıda Endülüs'e kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok ihtilâlleri, Mağrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni, sonra Mısır'da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yaşamakta olan "Dürzîlik"le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i kurmuştur.

Hz. Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok İran'da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm'ın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini (tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.

Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik'in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda "tenâsüh", "hulûl", "ibâha" ve bir çeşit "iştirak" ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu'nun fikir hayatında Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu'nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı "cem âyini"dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne "dernek" denir. Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem'âyininden başka "görgü âyini", canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali'nin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .

Alevîlik İran'da olduğu gibi Anadolu'da da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.

Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî'yi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar.

Hamdi DÖNDÜREN
Şamil İ.A.

7 Eylül 2008 Pazar

İKİ tür Küfür ve İki tür Şirk vardır

İki tür küfür

Derler ki: Zulüm ve fısk iki türlü olduğu gibi, küfür de iki türlüdür:

Bunların birisi insanı dinden çıkartır diğeri dinden çıkartmaz.

Aynı şekilde şirk de iki türlüdür. Birisi şirk olup dinden çıkartır, diğeri ise amelde şirk olup dinden çıkartmaz. Bu ise riyakârlıktır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ederse, salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın." (Kehf, 110)

Bununla salih amellerde riyakârlık kastedilmektedir. Peygamber (s.a.v):

"Uğursuz saymak şirktir" (Ebû Dâvûd, Tıb, 24; Tirmizî, Siyer, 46;İbn Mâce, Tıb, 43; Müsned, 1, 389, 438, 440) buyurmuştur.

Muhammed b. Nasr der ki:

İşte bu iki görüş genel olarak Ahmed b. Hanbel'in görüşleri arasında hadisçilerden olup, ona muvafakat edenlerin de görüşleri olarak nakledilmektedir.

Salenci İsmail b. Said, Ahmed b. Hanbel'e kendi arzusuyla kebairi işleyen ve bunlar üzerinde ısrar eden, ancak namazı, zekâtı ve orucu da terketmeyen bir kimse günah üzerinde ısrar edenlerden olur mu? diye sorulmuş, o da:

Evet o ısrar eden bir kimsedir, cevabını vermiştir. Bu, Hz. Peygamberin:

"Zani, zina edince mü'min olarak zina etmez." (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, İman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) buyruğunda dile getirilen durumu andırmaktadır, imandan çıkar ve İslâm'a düşer. Ayrıca:

"İçki içtiği zaman mü'min olarak içki içmez. Hırsızlık yaptığı zaman mü'min olarak hırsızlık yapmaz" (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, îman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) sözünde dile getirilen durum da bu türdendir.

Ayrıca İbn Abbas'ın Yüce Allah'ın:

"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmesze, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" buyruğu hakkında yaptığı açıklama türünde dile getirdiği durumu andırmaktadır. Ben ona:

Bu küfrün mahiyeti nedir? diye sordum. Şöyle dedi:

Bu insanı dinden çıkartmayan bir küfürdür. Nitekim imanın bir kısmı diğer bir kısmından daha aşağıda olduğu gibi,küfür de böyledir. Nihayet öyle bir noktaya gelir ki, artık onun bu durumu hakkında ihtilaf söz konusu değildir.

İbn Ebi Şeybe der ki:

"Zani zina edince mü'min olarak zina etmez sözü, o sırada imanı kamil olmaz demektir, imanından bir şeyler eksilir."

Yine der ki:

Ve ben Ahmed b. Hanbel'e "İslâm ve İman" hakkında soru sordum. Şöyle dedi:

"İman söz ve ameldir, İslâm da ikrardır."

(Muhammed b. Nasr) Dedi ki:

Ebu Hayseme de bu görüştedir. İbn Ebî Şeybe de der ki:

"İmanla birleşmedikçe İslâm olmaz, İslâm olmadıkça da iman olmaz."

Ben derim ki:

Birinin müsemması ötekinin müsemması olmamakla birlikte, bunların biribirlerinden ayrılmaz oldukları konusunda geniş açıklamalar daha önce geçmiştir.

Birden çok kişi ehl-i sünnet ve ehl-i hadisin, imanın söz ve amel olduğu üzerinde icma ettiklerini nakletmektedir.

Ebû Ömer b. AbdülBerr de der ki:

Fıkıh ve hadis alimleri imanın söz ve amel olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Niyetle olmadıkça da amel olmaz, iman bunlara göre itaatla artar, isyan ile eksilir. Onlara göre bütün itaatler imandır. Ancak Ebu Hanife ve arkadaşlarından nakledildiğine göre onlar itaate "İman" adı verilemeyeceği kanaatindedirler ve şöyle derler:

"İman, tasdik ve ikrardır."

Onlardan kimisi ise buna marifeti eklemiş, daha sonra da onların bu konuda ileri sürdükleri delili zikreder.

Nihayet (Muhammed b. Nasr) der ki:

Hicaz, Mısır, Irak ve Şam'da Rey ehli ile Asar ehli olan diğer fukaha -ki, aralarında Malik b. Enes, Leys b. Sa'd, Süfyan Sevrî, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Dâvûd b. Ali, Taberî ve onların yollarını izleyenler de vardır- derler ki:

"İman, söz ve ameldir. Dil ile söylenen bir sözdür ki, bu da ikrardır. Bir de kalb ile itikad, organlarla amel ve ayrıca samimi niyet ile ihlastır."

Derler ki:

İster farz, ister nafile olsun, kendisiyle Yüce Allah'a itaat edilen her şey imandandır ve iman itaatlerle artar, masiyetlerle eksilir. Bunlara göre günahkar kimseler günahları sebebiyle imanları tam olmayan mü'min kimselerdir. Bunların imanlarının eksik olmaları büyük günahları işlemeleri dolayısıyladır. Peygamber (s.a.v) 'in:

"Zina, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez..." hadisine bakmaz mısınız?

Burada maksat, imanı tam olan kimsedir. Yoksa bu işleri işleyen bir kimseden imanın tümünü nefyetmeyi kastetmiş değildir. Bunun delili ise zina edenin, hırsızlık yapanın, şarap içenin, kıbleye dönerek namaz kılmaları ve İslâm'ın davetine bağlanıp onu din kabul etmeleri halinde bu durumlarda olmayan mü'min akrabalarına mirasçılıklarının icma ile kabul edilmesi buna delildir. Bunları dedikten sonra buna ilişkin delillerini de ortaya koyar ve daha sonra şöyle der:

İmam Malik'in arkadaşlarının çoğunluğu, imanla İslâm'ın aynı şey olduğu kanaatindedirler.

(Muhammed b. Nasr) Der ki:

Mutezilenin görüşü ise şöyledir:

Onlara göre iman bütün itaatlerin toplamıdır, itaatlerde herhangi bir kusuru olan bir kimse, mü'min veya kâfir değil fâsıktır. Bunlar el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn görüşünün sahipleri ve Mutezile oldukları muhakkak olan kimselerdir...

Nihayet şöyle der:

"İman artıp eksildiğine göre, itaatlerle artar, masiyetlerle eksilir." Hadis ehlinin bir grubu bu görüştedir. Değişik bölgelerdeki fetva vermeye ehil fukahanın bir kısmı da bu görüştedir.

İbnü'l-Kasım'ın imam Malik'ten rivayetine göre o imanın arttığını söylemekle birlikte, eksildiği hususunda kanaat belirtmemiştir. Ondan Abdürrezzak Ma'd b. İsa ve İbn Nafi, imanın artıp eksildiğini rivayet etmektedirler. Buna göre hadis ehlinden cemaatin tümü bu görüşte demektir. Allah'a hamdolsun.

Daha sonra Mürcienin ve sonra da ehli sünnetin hüccetlerini kaydetti ve zina, hırsızlık ve buna benzer hususlarda masiyet sahipleri için öngörülen hadlerle ilgili olarak Haricîlerin tekfirde bulunmaları görüşlerini reddetmektedir. Ayrıca aralarında mirasın gerçekleşmesini de Haricîlerin bu konudaki görüşlerini reddetmek için delil gösterir.

Yine Ubâde b. Samit'in rivayet ettiği şu hadis de gösterdikleri deliller arasındadır:

"Her kim bunlardan (haddi gerektirici günahlardan) bir şey işlerde dünya hayatında onun karşılığında cezalandırılma, bu onun için bir keffarettir." (Buhârî, İman, 11, Ahkam, 49, Hudûd, 8; Müslim, Hudûd, 41; Tirmizî, Hudûd, 16; İbn Mâce, Hudûd, 33; Nesâî, Bey'at, 9,17)

Ayrıca der ki:

"İman üst üste birtakım mertebeler halindedir, imanı eksik olan bir kimse, imanı kamil olan kimse gibi değildir. "

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah adı anıldığında kalpleri titrer." (Enfal, 2)

Yani onlar gerçekten mü'min iseler, durumları böyle olur. işte bundan dolayı:

"İşte onlar gerçek mü'minlerdir" (Enfal, 4) buyurmuştur.

Peygamber (s.a.v) Efendimizin sözü de böyledir:

"Mü'min, insanların kendisinden yana emin oldukları kimsedir. Müslüman da müslümanların dilinden ve elinden selâmette olduğu kimsedir." (Hadisin "Mü'min..." bölümü, Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, 8'de; "Müslüman...." bölümü, Buhârî, İman, 5; Müslim, İman, 64-66'da)

Yani gerçek mü'min ve müslüman böyledir, işte Hz. Peygamberin:

"İman bakımından mü'minlerin en kamil olanları..." (Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, Rada, 11,İman, 6) buyruğu da bu türdendir.

Bilindiği gibi böyle bir imanın daha kamil olabilmesi, ondan daha eksiği söz konusu olmadıkça, düşünülemez.

Hz. Peygamberin:

"İman kulplarının en sağlam olanı Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir" (Azizi, Şerhu'l-Câmii's-Sagir, II, 74)

"Emaneti olmayan kimsenin imanı da yoktur" (Müsned, 111,-135,154,210, 251)(218) buyruğu imanın bir kısmının diğer bir kısmından daha sağlam ve daha kamil olduğunu göstermektedir. Ayrıca Tirmizî ve başkalarının rivayet ettiği:

"Allah için seven ve Allah için buğzeden..." (Tirmizî, Kıyamet, 60; Ebû Dâvûd, Sünne,15; Müsned, III, 430, 439, 440) şeklindeki hasid-i şerifi de zikreder.

Ebû Arar Talemenkî de aynı şekilde ehl-i sünnetin: "imanın söz, amel, niyet ve sünnet-i seniyyeye göre hareket etmek" olduğu üzerinde icma ettiklerinden sözetmektedir.

Ebu Talib el-Mekkî der ki:

İslâm'ın temel esasları beştir. Yani iki kelime-i şehadet, beş vakit namaz, zekât, Ramazan ayının orucu ve hactır,

İmanın rükünleri ise yedidir:

Yani Cebrail hadisinde sözü geçen beş esas ile kadere iman ve cennet ile cehenneme imanı kastetmektedir. Bunların her ikisi de Hz. Cebrail hadisinde -Yüce Allah'ın izniyle zikredeceğimiz gibi- rivayet edilmiştir.

(Muhammed b. Nasr) der ki:

Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarına iman etmek, Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine iman etmek, meleklere ve şeytanlara iman etmek...

Allahu a'lem, bunlar arasında fark ve ayrı olduklarına imanı kestetmektedir. Çünkü insanlardan kimisi bunları tekbir cins olarak kabul etmekte, fakat amellerin farklı olması sebebiyle biribirlerinden ayrı olduklarını zannetmektedir. Bu konuda onları (yani meleklerle şeytanları) insanların iyi ve kötülerinin de biribirlerinden ayrı olmalarına benzediğini kabul etmektedir. Cennetle cehenneme iman etmek ise onların Hz. Adem'den önce de yaratıldıklarına iman etmek gerekir, öldükten sonra dirilmeye iman etmek, hayrı ve şerriyle, acısı ve tatlısıyla Allah'ın bütün takdirlerine, bunların kaza, kader, meşîet ve hüküm itibariyle Allah'tan olduklarına iman etmektir. Bütün bunların onun sonsuz adalet ve hikmetiyle olduğuna, bunların gaybî bilgisini ve gerçek anlamlarını bilmeyi kendisine tahsis ettiğine de iman etmektir. Der ki:

İman ve İslâm da böyledir. Biri ötekine bağlıdır. Bu bakımdan onlar tek şey gibidir, İslâm'ı olmayan kimsenin, imanı, imanı olmayan kimsenin de İslâm'ı yoktur. Çünkü müslüman bir kimsenin müslümanlığı sahih olacak kadar bir imanının bulunmaması söz konusu olmaz. Mü'min olan bir kimsenin de, İslâm'sız olması söz konusu değildir. O bununla Yüce Allah'ın salih ameller için belli bir imanı şart koşması açısından,ancak bununla imanını tahkik ettirebilir. Yüce Allah salih ameller için iman şartını koşmuştur. Bunun tahkiki hususunda şöyle buyurmaktadır:

"Her kim mü'min olduğu halde salih amellerden işlerse onun yaptıkları inkâr olunmaz (mükafatsız bırakılmaz)." (Enbiya, 94)

İmanın amelle tahkiki konusunda da şöyle buyurmaktadır:

"Her kim de ona mü'min olarak salih amel işlemiş halde gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır." (Tâ-Hâ, 105)

Zahiri itibariyle İslâmi ameller işlediği halde, gayba iman inancına sahip olmayan bir kimse, İslâm'dan çıkacak şekilde münafıktır.

Her kim gayba iman ettiği halde imanın hükümlerini ve İslâm'ın şer'i buyruklarını yerine getirmez, bunlarla gereğince amel etmezse, bu kişi de beraberinde tevhidin sebat gösteremeyeceği bir küfürle kâfir olur.

Peygamberlerin Yüce Allah'tan haber verdiği gayba iman edip de Allah'ın emrettikleri gereğince amel eden bir kimse ise, mü'min ve müslümandır.

Eğer bu böyle olmasaydı, mü'mine müslüman adını vermemek de, müslümana Allah'a iman eden mü'min adını vermemek de caiz olurdu.

Ehl-i kıble her rnü'minin müslüman ve her müslümanın da Allah'a, meleklerine, kitaplarına iman eden kimse (mü'min) olduğu üzerinde icma etmişlerdir.

(Muhammed b. Nasr) dedi ki:

Ameller arasında iman, bedende kalb örneğine benzer. Biri ötekinden ayrılmaz. Cisim sahibi bir kimsenin kalbsiz ve hayat sahibi olması mümkün olmadığı gibi, cisim olmaksızın da kalb sahibi olmak mümkün değildir. Bunlar biribirlerinden bağımsız şeylerdir, anlam ve hüküm bakımından da ayrıdırlar. Yine bunlar, zahir ve bâtını bulunan bir tane gibidir. Asıl itibariyle o, birdir. O bakımdan niteliklerinin farklılıkları dolayısıyla iki tanedirler denilemez.

İşte İslâm'ın amelleri de bu şekilde İslâm'dandır ve bunlar imanın dışıdır. Bu da organların amellerindendir. İman ise İslâm'ın içidir ve bu da kalbin amelleri arasındadır.

Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"İslâm aleniliktir, İman ise kalbtedir." (Müsned, III, 135)

Bir diğer lafızda ise:

"İman gizlidir." (Bu lafızla kaynağını tesbit edemedik) buyurmuştur, İslâm imanın amelleridir, iman ise İslâm'ın inançlardır. Buna göre amelsiz iman ve inançsız amel olmaz. Bunun örneği zahir ve bâtın amellerdir. Bunlardan birisi kalblerin amelleriyle organların amelleri açısından sahipleriyle ilgilidir.

Buna örnek, Rasûlullah (s.a.v)'ın şu buyruğudur:

"Ameller niyetler iledir" (Buhârî, Bedu'l-Vahy, 1, İman, 41; Müslim, İmâre, 155; Ebû Dâvûd, Talâk, 11; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd, 16)

Yani bir karar, kanaat (akide) ve maksat olmadan amel olmaz. Çünkü "innemâ" edatı, bir şeyin tahkikini, onun dışında kalan şeylerin de nehyedildiğini ifade eder. Böylelikle organların muamelat türünden olan amelleri isbat edilirken, kalblerin amelleri de niyyetler olarak tesbit edilmiştir. Amelin imanla ilgisi, dudakların dille ilgisine benzer. Dudaklar olmaksızın sağlıklı bir konuşma olamaz. Çünkü dudaklar harfleri bir araya toplar. Dil de sözü açığa çıkartır. Bunlardan birisinin olmaması halinde, konuşma mümkün olmaz. Aynı şekilde amelin sakıt olmasıyla imanın gidişi söz konusudur. Bundan dolayı şanı Yüce Allah, insana konuşma nimetini hatırlatıp bu nimeti sayıp dökerken, dille birlikte iki dudağı da şu buyruğunda zikretmiştir:

"Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled, 8-9)

Bunun anlamı:

Biz onu gören ve konuşan kılmadık mı? Konuşma dil ve iki dudak ile ifade edilmiştir. Çünkü bunlar konuşmanın mekânıdır ve bu arada iki dudak da zikredilmiştir. Çünkü kendisiyle nimetin cereyan ettiği konuşma, dudaklar olmaksızın tamamlanamaz.

Yine iman ile İslâm'ın örneği, dışı bulunan ve yere dikilmiş bir çadıra benzer. Bu çadırın iç tarafında kazıkları ve direkleri vardır. Çadır İslâm'ı temsil eder. Onun alenî ve azaların amellerinden meydana gelen rükünleri vardır, işte bunlar çadırın kenarlarını tutan kazıklar gibidir. Çadırın ortasında bulunan direği ise iman temsil eder. O olmaksızın çadırın ayakta durmasına imkan yoktur. Çadırın ona ihtiyacı vardır. Çünkü, o olmadan ayakta duramayacağı gibi, hepsi birlikte olmadıkça da ayakta duracak gücü olmaz, işte organların amellerinde İslâm'ın durumu da böyledir, imanla birlikte olmadıkça, İslâm'ın ayakta durması mümkün değildir. İman ise kalblerin amelleri arasında yer alır. İslâm'la beraber bulunmadıkça da faydası olmaz, İslâm ise, salih ameller demektir.

Yine şanı Yüce Allah, İslâm ve imanın zıddı olarak aynı şeyi zikretmiştir. Eğer hüküm ve anlam bakımından bunlar tek bir şey hükmünde olmasaydılar, bunların zıddı tek bir şey olmazdı.

Şanı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"İman ettikten sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl olur da hidayet verir." (Al-i İmran, 87)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Sizler müslüman olduktan sonra, size küfrü emreder mi?" (Al-i İmran, 80)

Burada her ikisine de zıd bîr durum olarak küfrü zikretmiştir. (Devamla) der ki:

İşte Rasûlullah (s.a.v) buna benzer bir şekilde iman ve İslâm'ın aynı türden olduğunu haber vermektedir. İbn Ömer'den gelen bir rivayette ise:

"İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir" buyurduğu gibi, İbn Abbas ile Abdülkayslıların temsilci heyetlerine dair hadis-i şerifte de onların iman konusunda soru sordukları belirtilirken, onun bu nitelikleri zikrettiği kaydedilmektedir. Böylelikle bunlar görünür bir İslâm olmadıkça içte bir imanın olmadığına işaret etmektedir.

İçte bir imanla birlikte bulunmadıkça dıştan bir İslâm'ın olamayacağına, imanla amelin biri olmaksızın ötekisinin faydasının olamayacağı, bir arada bulunması gereken iki husus olduğuna işaret etmektedir.

Cibril hadisinde Peygamber (s.a.v)'in imanla İslâm arasında fark gözetmesine gelince:

Bu kalblerin amellerine ve kalblerdeki inançlara ilişkin niteliklerini belirttiğimiz bu hususların gereklerini açıklamaktadır. Bu inançların açıktan yapılması şeklinde nitelendirdiği ve yerine getirilmesini gerekli kıldığı dış fiillerden olup, organların amellerine ilişkin açıklama içermektedir. Yoksa farklılık ve çelişki bakımından, anlam açısından imanla İslâm arasında fark bulunduğundan dolayı bunları zikretmemiştir. Bu hadiste bunların hüküm itibariyle birbirlerinden farklı olduğu konusunda bir delil yoktur. Her ikisi de mü'min ve müslüman olan bir tek kulda bir arada bulunur mu? Böylelikle onun zikretmiş olduğu kalbî inançlar, kalbin niteliği alenî olarak yapılması söz konusu olan şeylerden zikrettiğini de cismin nitelikleri olurdu.

Aynı şekilde ümmet, icma ile şunu kabul etmiştir:

Eğer kişi Cibril hadisinde imanın niteliklerine dair sözü geçen bütün hususlara kalbinden iman etse ve İslâm'ın vasıflarından zikredilen herhangi bir şeyi işlemeyecek olursa, bu kimseye mü'min adı verilmez.

Yine, o kimse İslâm'ın niteliği olarak belirtilen bütün hususları işleyip sonra da imana dair niteliklerini belirttiği şeylere inanmayacak olursa, müslüman olmaz.

Peygamber (s.a.v), ümmetin ise dalâlet üzere icma etmeyeceğini haber vermiştir. (İbn Mâce, Fiten, 8)

Big HugRunningJeepDuel GunsBible 2GrenadeProudGrenadeBible 2It

Diğer Listelerim