İKİ MİLLET
Evet... Millet-i İbrahim birçok sorumluluğa sahiptir. Fakat Allah'ın yardımı ve büyük ecri bu yola girmeye bağlıdır. Bu yol sayesinde insanlar İki fırkaya ayrılır... İman fırkası ve küfür, fısk, isyan fırkası... Ve yine bu yol sayesinde evliyaurrahman, evliyauşşeytandan ayrılır. Zira nebî ve rasûllerin daveti de bu şekilde idi. Onların zamanında, bizlerin bugün yaşadığı gibi, her şeyin birbirine girdiği, salihlerle günahkarların birbirine karıştığı hastalıklı bir ortam söz konusu değildi. 'Sakallılar'ın fısk ve fücur ehliyle iyi ilişkiler kurmaya çalışması, onlara ikram ve hürmette bulunması, onları takva ehlinden ve salihlerden daha üstün tutmaları gibi bir durum da söz konusu değildi. Tabii ki bunların görüntüsü sanki dinin bir parçası İmiş gibi olsa da aslında bu taifenin başına kötü şeylerin geleceği ortadadır. Halbuki nebî ve rasûllerin daveti açık olarak kavimlerinden ayrılıp Allah'ın kanunlarına sığınmak, kavimlerinin batıl ilahlarına düşmanlık beslemek şeklinde olmuştur. Yoksa bir 'orta yol'da birleşmek veya Allah'ın şeriatını tebliğ hususunda onu şirin göstermek gayretiyle yumuşaklık ve kaypaklıkta bulunmak şeklinde değil...
Zamanın derinliklerinden, Nuh'a (a.s.) kulak verin. Hükümdarlarından ve azgınlıklarından çekinmeden, tek başına kavmine şöyle sesleniyordu: "...Ey kavmim, benim makamını ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa, ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızı toplayıp yapacağınız işi karara bağlayın da tasa konusu olmasın, sonra hakkımdaki hükmünüzü bana süre tanımaksızın verin." (Yunus, 71)
Maslahatçı, dalkavuk bir adam, kavmine böyle şeyler söyleyebilir mi? Bakınız Seyyid Kutub (rahimehullah) Nuh'un (a.s.) haleti ruhiyesini şöyle aktarıyor: "Meydan okuyucu, samimi, net, heyecanlandırıcı... Öyle ki, kendisinde üstün bir kuvvet hissetmeyen ve herkesin güveneceği, güven veren bir topluluğu arkasına almayan hiç kimse bu sözleri söyleyemez. Zira, kendine karşı düşmanlarını kışkırtmakta, adeta onları kendisine hücum etmeye teşvik etmektedir. Peki Nuh'un arkasındaki bu kuvvet ve topluluk kimdi?..." Onunla birlikte olan Allah idi. Şüphesiz hidayet edici ve yardımcı olarak Allah yeter.
Allahu Teâla Nebîsi Muhammed'e (s.a.), bu ayetin başlangıcında, onu kavmine okumasını emrederek şöyle diyor: "Onlara Nuh'un haberini oku. Hani o, kavmine şöyle demişti:..." (Yunus, 71)
Diğer taraftan, Hûd'a (a.s.) bakın, kuvvet bakımından insanların en güçlüsü olan kavmini karşısına almakta ve onlarla tek başına çetin bir mücadeleye girişmektedir. Dağlar gibi bir sebatla veya daha da çetin... Onun, kavminden ve onların şirklerinden açık, net ve asil ayrılışını ilan eden şu sözlerine kulak verin: "...Allah'ı şahid (utarım. Siz de şahitler olun ki gerçekten ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Allah'ın dışında ilah bellediklerinizden de... Hepiniz topluca bana dilediğiniz tuzağı kurun! Bana süre de tanımayın!" (Hud, 54-55)
Sadece bir tek kişi olduğu halde onlara böyle diyordu. Adamlarınızla, askerlerinizle, batıl ilahlarınızla bana tuzak kurun!...
"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir." (Hud, 56)
Bir de işlerine geldiği zaman yapmacık tavırlarla konuşan şu zavallılara bakın! Peygamberlerin tam aksine, Allah'ın şeriatına savaş açan tağutlara yaranma yarışındadırlar. Güya bazı meselelerde Allah'ın şeriatı uygulansın diye mücadele ediyorlarmış! Güya sırf Allah'ın dini hakim olsun diye şirk, fısk ve isyan meclislerinde bir koltuk sahibi olmaya çalışıyorlarmış.!?
Halbuki akıl sahibi olanlar bir silkinişe davet ediliyor, hiçbir merciye boyun eğmeyen, sadece Allah'a bağlanılan bir silkiniş,.. Bu, kavmin sorumluluğundan kurtulmanın silkinişidir. Onlardan ve kardeşlerinden ayrılmanın silkinişidir. Allah'ın yolundan başka yolları benimsedikleri halde onlarla birlikte kalma korkusunun bir sarsıntısı, silkinişidir. Asla bir araya gelemeyecek iki hizbin (hizbullah ve hizbuşşeytan) arasını ayırma silkinişidir. O. sapık kavminden uzaklaşma hususunda Allah'ın kendisinin Rabbi olduğuna şahitlik etmektedir. Onların yüz ifadelerinde ve nefislerinde bu ayrılışın etkisine şahid olmaktadır. Kalplerinde, 'onlardan biri olma' korkusunu taşıdığı hususunda şüphe kalmasın diye...
İnsan, ilahlarına böylesine bağlı ve böylesine güçlü bir kavmi karşısına alan bir adama hayret ediyor doğrusu. Öyle bir adam ki batıl inançlarıyla alay ediyor ve bu akidelerini onların kafasına vuruyor... Sonra meydan okuyarak onların hırslarını harekete geçiriyor... Onların düzenlerine karşı bir hazırlık yapmak için mühlet de istemiyor... Planlarını tehir etmelerini veya öfkelerinin yatışmasını da beklemiyor... Tüm zaman ve mekanlardaki Allah yolunun davetçîlerinin bu mühim nokta üzerinde durup uzun uzun düşünmeye çok ihtiyaçları vardır.
Tek bir adam... Yanında inanmış sadece bir kaç kişi... Yeryüzü halkının en kibirli, güçlü ve en zengin, kendi zamanının en çok mala sahip, gösterişli, şaşaalı kavmine karşı çıkıyor... Ki onlar, merhametsizce saldıran, vuran, küstah, burnu büyük zorbalardı... Bol nimetin kendilerini şımarttığı, büyük ve görkemli meskenler inşaa edip oralarda sonsuza kadar yaşayacaklarını, uzun yıllar saltanat süreceklerini uman kimselerdi onlar... Kavimlerinin bu azametine ve gücüne rağmen Hud ve beraberindekiler, korkusuzca gerçeği haykırıyor ve başlarına gelecek hiçbir sıkıntıdan çekinmiyorlardı. İşte bu, iman, güven ve mutmain olma halinin bir sonucudur. Allah'a iman... O'nun vaadine olan güven... Ve O'nun zaferine olan kesin inanç, kalbin bu hususta mutmain olması...
"Ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Katibim dosdoğru bir yol üzerindedir." (Hud, 56)
İşte bu şiddetli ve güçlü kavim de ancak, Allah'ın karşı koyulmaz kudretiyle alınlarından tuttuğu ve kahrettiği diğer topluluklar gibi bir topluluktu. O halde niçin bu aciz varlıklardan korksun ki? Niçin onlara nazik ve kibar davransın ki? Rabbinin izni dışında kendisine zor kullanabilecek bir varlık mı var? Kavmi Allah'ın yolundan ayrılmış ve ona muhalif başka bir yol benimsemişken, onu hâlâ kavminden biri olmaya ne zorlayabilir?" (Fîzılâl'den Özetle alınmıştır.)
İşte rasûllerin (Allah'ın salat ve selamı onların üzerine olsun) inatçı ve inkarcı kavimlerine karşı olan tutumları bu şekilde İdi. Davetlerinde de işte böyle bir yol izliyorlardı. Batılla Ömür boyu süren amansız bir mücadele... Tebliğde tam bir netlik ve açıklık... Kafirlere olan düşmanlığın ilanı ve safların ayrılması... Onların davetlerinde dalkavukluğa, edebiyata veya batıl olan bir takım şeylere göz yummaya yahut batılla bîr orta yolda birleşme gibi bir eğilime yer yoktu.
Buharî'nin rivayet ettiği bir hadiste, "insanları ayırt eden" olarak nitelendirilen ve yine bir başka rivayette, "İnsanları birbirinden ayırt eden, ayıran" olarak vasıflandırılan nebî ve rasûllerin sonuncusu, Hz. Muhammed (a.s.) de aynı şekilde hareket etmiştir. (Buhari, Kitabu'l-İ'tisam, c.15, sf.7144, Rasûlullah'ın sünnetine uymak babı, 13 no'lu hadis. Buradaki 'ayırt edicilik'ten maksat, itaat ve isyan şiarını bildirip müminlerle, münkirleri ayırt etmesidir.)
Allah'ın emrine, Millet-i İbrahim'e tabî olarak icabet etmiş, şirk ve şirk ehli karşısında veya onların dalkavuk yağcıları ve diğer taraftarları karşısında asla susmamıştır. Tam tersine, Mekke'de kendisine bağlı olanların sayısı oldukça az olmasına ve Mekke'nin en zayıfları konumunda olmalarına rağmen, kafir olan, kavimlerinden ve onların batıl ilahlarından uzak olduklarını İlan etmişlerdir.
Nebî (a.s.) onları tutarsız görüyor, Allah'ın kendisine, şirkten beri olarak, küfür ehlinden ayrı olduğunu, onların İse hak dinden uzaklaştıklarını açıkça İfade edecek tarzda söylemesini emrettiği şu sözleri söylüyordu: "De ki: "Ey kafirler, ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem, sizler de benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz. Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim, sizler de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. O halde sizin dininiz size, benini dinim de banadır."" (Kafirûn Sûresi)
Yine şöyle diyordu: "... "Muhakkak O bir tek ilahtır ve ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."" (En'am, 19)
Ve onlara, kendisinin bu yol Üzerinde sabit ve kararlı olduğunu, bu yola muhalefet edenlerden uzak olduğunu, kendisinin, kavminin düşmanlık ve kin duyduğu mü'minlerden olduğunu şu sözleriyle beyan etmektedir: "... "Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir kuşku içindeyseniz; ben, sizin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum. Ancak ben, sizin hayatınıza son verecek olan Allah'a ibadet ederim. Ben müminlerden olmakla emrolundum."" (Yunus, 104)
Allahu Teâlâ O'na hitaben şöyle diyor: "Eğer seni yalanlarlarsa de ki: "Benim yaptıklarım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sîzin yaptıklarınızdan uzağım."" (Yunus, 41)
Yine Allah mümînlerin diliyle şöyle buyuruyor: "...Allah bizim de sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da sizedir." (Şûra, 15)
Rasûlullah (s.a.) onlara dalkavukluk yapmıyordu. Hâşâ, O'nu böyle bir şeyden tenzih ederiz. Onlara yağ çekmiyordu. Veya onların kanunlarına sığınarak birtakım İsteklerde bulunup zayıf müminlere yapılan azabın ve eziyetin hafifletilmesi için veya kölelerin hürriyetlerine kavuşması için onlardan merhamet dilenmiyordu. Fakat O, o mü'minlerin gönüllerini sağlamlaştırıyor, onlara Allah'ın vaadini ve cennetini hatırlatıyor, kendilerinden öncekiler gibi bu yolda sebat edenlerin varacakları yeri şu sözleriyle ifade ediyordu: "Sabır ey Yasir ailesi! Muhakkak varacağınız yer cennettir." (İbni Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihaye, c.3, sf.86; İbni Hişam, Siyer, c.l, sf.432; Mevdûdî, Siyer, c.3, sf.231)4
Yine Habbâb'a şöyle diyordu: "Sizden önce, adam alınır, kendisi için kazılmış çukura konur, sonra testere getirilip başına konur ve vücudu ikiye ayrılırdı. Yine demirden taraklarla eti kemiğinden ayrılıncaya kadar taranırdı. Fakat bu işkenceler onu dininden döndürmezdi. Allah'a yemin olsun ki Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki, bir kişi San'a'dan Hadramut'a kadar yalnızca Allah'tan ve koyunları için de kurttan başka hiçbir şeyden korkmadan yolculuk yapacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." (Buhari, Kitabu'l-menâkıb, c.7, sf.3383, İslâm'da peygamberlik alâmetleri babı 116 nolu hadis; Kitabu'l-ikrâh, c.15, sf.6812, Kafir olmak üzere zorlanmakta horlanmayı, dövülmeyi ve öldürülmeyi tercih eden kimse babı 4 nolu hadis.)
Ashabına işte böyle diyordu. Aynı zamanda Kureyş'e de Allah'ın emrettiği şu sözleri söylüyordu: "De ki: "Ben ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana, sizin ilahınızın ancak bir tek ilah olduğu vahy olunuyor. Öyleyse O'na dosdoğru yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. Vay haline o müşriklerin!" (Fussilet, 6)
Ve yine şöyle diyordu: "... "Ortak koşmakta olduklarınızı çağırın, sonra bir düzen kurun da bana göz bile açtırmayın. Hiç şüphesiz benim velim Kitabı indiren Allah'tır ve O salihleri dost edinir. O'ndan başka ibadet ettikleriniz ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de."" (A'raf, 195-197)
İşte daveti bu şekilde olduğu için zalimler O'na (s.a.) bir gün bile razı olmamışlardır. Bu yüzden bu davet nefislerinin hoşuna gitmemiş, asla bu davetten dolayı gönülleri ferahlamamıştır. Tam aksine, öfkeleri daha bir kabarmış, köpürdükçe köpürmüşlerdir. Fakat O, zalimlerin karşısında alnı açık, gururla durmuş. onların batıllarına ve kendisine tuzaklar kuran kalabalık topluluklarına küçümseyerek ve nefretle bakmıştır. Evet, en yükseklerden, küçümseyerek bakmıştır. Onlara hidayeti ulaştırmanın şiddetli arzusunu taşımakla beraber, batıllarıyla yolun ortasında bir yerlerde birleşmekten veya batıllarının en ufak bir zerresine dahi sempati duymaktan ve gönlünün meyletmesinden sakınarak onlara tepeden bakmıştır. Onların batıl yaşantılarının çok az bir parçasını benimsemek şöyle dursun, tam aksine, onlara daima Allah'ın kendisine tebliğini emrettiği şu sözleri söylemiştir: "inkar edenlere de ki: "Yakında yenilgiye uğratılacaksınız ve toplanıp cehenneme sürükleneceksiniz." Ne kötü yataktır o!" (Al-i İmrân, 12)
Hamd b. Ali b. Atîk, Berae sûresi ile ilgili sözlerinde 67. sayfada şöyle demektedir: "Sizlerin yaşadığı dînden, (hayat tarzından, sistemden) ben uzağım. Sizler de benim yaşadığım dinden uzaksınız." Bunu onlara açıklamaktan maksat onların küfür üzere olduklarını bildirmektir. Ben de onlardan ve onların yaşadıkları dinden uzağını. Nebîye (s.a.) tabi olan herkesin bunu söylemesi gerekir. Bu anlayış hakim olmadıkça gerçek İslâm asla ortaya çıkamaz. İşte bu yüzden sahabeler bu tarzda hareket ettikçe müşrikler onlara eziyet etmiş, Rasûlullah (s.a.) da müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerini emretmiştir. Yoksa müşrikler karşısında susabileceklerine dair bir ruhsat getirip, müslümanların hiç bilmedikleri gurbet topraklarına hicret etmelerini emretmeyebilirdi." (Sebîlu'n-necât ve'l-fikâk)
"Aynı şekilde davetçilerin kavimlerinden ayrılış noktasında şöyle iyice bir durmaları gerekir. Bu ayrılışın gerçekleştiği gün, Ulah'ın vaadi, dostlarına zafer ve düşmanlarına helak şeklinde tahakkuk edecektir. Davet tarihi boyunca bu hep böyle olagelmiştir. Allah, dostları ile düşmanlarının arasını, ancak o dostları, akidenin esasını dikkate alarak, düşmanlarından ayrıldıktan sonra ayırmış ve onları seçmiştir. Allah'a davet eden davetçiler için Rasûlullah'da gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar için gerekli olan şey kalplerini itminân ile taşıncaya kadar doldurmak ve tağutları karşılarına aldıkları zaman sadece ve sadece Allah'a tevekkül etmektir. Tağutlar onlara eziyet vermenin dışında hiçbir şekilde zarar veremezler. Hatta Allah istemedikçe buna da güçleri yetmez. Belalar ancak Allah'tan gelen birer imtihandır. Ve Allah Subhanehu, dostlarına yardım etmekten aciz değildir. Onları yalnız bırakıp düşmanlarına da terk etmez. Fakat O, kalpleri güçlendirmek ve safları temizlemek için imtihan etmektedir. Sonra fırsat Müslümanlara geçecek akıbet onların olacaktır. Allah'ın onlara vaad ettiğî şeyler tahakkuk edecektir." (Fizilâli'l-Kuran'dan özetle alınmıştır.)
Sonuç olarak diyebiliriz ki bu gerçekler doğrultusunda insanlar şu kısımlara ayrılır:
1- Millet-i İbrahim'e ve tüm peygamberlerin getirdiği İslâm şeriatına bağlı, sadık ve bu yolda sabit, bu uğurda hiçbir kınamadan ve tehditten çekinmeyen kişidir. Bu kişi, insanların arasına karışarak ve onların ezalarına sabrederek o insanları hakka çağırır.7 İlişki içerisinde olduğu insanların gözünde güvenilen, sevilen ve saygı duyulan biridir. Allah bu tür insanlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve "Gerçekten ben Müslümanlardanım." diyenden daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet, 33)
2- Ya da birinci maddedekinden biraz daha farklı bir kişidir ki bu kişi etraf) hile ve düzenlerle sarılmış bu çetin yola güç yetiremez ve dinini kaybetme korkusuyla, açıkça dinini yaşamanın hakkım veremeyeceğinden çekindiği için tüm servetini harcayarak kervanların ve dağların adamı olur. Allah'a gereğince kul olabilmek için kaçar, hicret eder,
3- Ya da mustazaftır. Evine kapanmıştır. Dışarıyla olan İlişkilerini en aza noktaya indirmiştir. Bu şekilde şirkten, şirk ehlinden ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten kurtulmaya ve korunma tedbirleri almaya çalışmaktadır. Kafirlerden mümkün olduğunca uzak durmakta, onların batıl yaşantılarına rıza göstermemekte ve hiçbir şekilde küfre destek olmamaktadır. Tevhidinin
selameti için böyle olması gerektiğine inanır. Bu hal içerisinde iken kalbi şirke ve müşriklere karşı buğz ve düşmanlık hususunda mutmain olarak kalmakla, bazı şeyleri açıkça ortaya koymasına engel olan unsurların ortadan kalmasını beklemektedir. Dinini daha rahat yaşayabileceği beldelere hicret edebilme fırsatını kollamaktadır. Ki böylelikle dinini açıkça yaşayabilecektir. Tıpkı muhacirlerin Habeşistan'a hicret etmesi gibi.
4- Ya da batıl ehline rıza gösteren, onların sistemlerine yağ çeken kişidir. İbni Atîk'in Sebilu'n-necât ve'l-fikâk adlı eserinde 23. sayfada da izah ettiği gibi bu durumda olan bir kişi için üç hal mevzubahistir:
Birinci Hal:
Zahiri ile batını aynı olması halidir. Bu hal, açıkça küfürdür. İslâm'dan çıkmaya sebeptir. Tabi bu, durumun zorlamayla olması ya da olmamasına göre değişir. Bu kişiler Allah'ın şöyle vasıflandırdığı kişilerdir: "Kim imanından sonra Allah'a karşı inkara sapıp da -kalbi imanla dopdolu olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkara göğüs açarsa işte Allah'ın gazabı onlaradır ve onlar için çok büyük bir azap da vardır." (Nahl, 106)
İkinci Hal:
Zahiren şirke, küfre muhalefet etmekle beraber, kalbinde onlara meyleden kişidir. Bu kişi de kafirdir. Münafık olarak vasıflanır.
Üçüncü Hal:
Zahiren onlarla hemfikirmiş gibi görünmesine rağmen batınen onlara muhalefet eden kişidir. Bu kişi için iki durum söz konusudur:
a- Bu halde olmasının sebebi dininden dolayı zulüm görmesi ve bu zulmün ölümle tehdide kadar varmasıdır. Böyle bir durumda zahiren müşriklerden yanaymış gibi görünmek caizdir. Bununla birlikte kalp imanla dopdolu olmalıdır. Tıpkı Ammar hadisesinde olduğu gibi... Allah şöyle buyuruyor: "Kalbi imanla dolu olduğu halde baskı altında zorlanan hariç..." (Nahl, 106)
Bu durumda olan kişinin yapması gereken şey, Nebî'nin (s.a.) ashabından, zayıf olanların yaptığı gibi dini için ilk fırsatta içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşmak ve daima şöyle dua etmektir: "...Rabbimiz bizi, halkı zalim olan bu ülkeden çıkar. Bize katından bir koruyucu gönder, bize katından bir yardım eden yolla..." (Nisa, 75)
b- Yahut bu halde olmasının sebebi dünyalık mevki, makam ya da mal elde etme çabasıdır. Sözde, 'vatanın ve milletin selameti için' zahiren kafirlere dost gibi görünmeye çalışmakta fakat küfre ve kafirlere karşı içinden buğz etmektedir. İşte bu halde olan kişi mürteddir. Kalben küfre buğz etmesi ona hiçbir fayda sağlamaz. Allah'u Teâlâ bu tür insanlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmaları ve şüphesiz Allah'ın da inkara sapan bir topluluğu hidayete ulaştırmaması sebebiyledir." (Nahl, 107)
Muhammed b. Abdulvehhâb'ın (rahimehullah) bu konuyla ilgili açıklamaları mevcuttur.
İbni Atik şöyle demektedir: "İnsanlardan bir çoğunun özür olarak kabul ettikleri şeye gelince, muhakkak bu, şeytanın süsleyip şirin gösterdiği işlerdendir. Bu durum -şeytanın dostları,
aslında gerçek olmayan şeylerle kişiyi korkutup endişeye düşürdüklerinde- müşriklere muvafakat göstermesi gerektiğinin caiz olduğu zannına kapılmasıyla ortaya çıkmaktadır..."
Sonra, Şeyhu'l-İslâm İbni Teymîye'nin küfür kelimesini söylemeye dair ikrahın sıfatını izah ettiğini ve bunun ancak darb, işkence veya öldürme gibi durumlar karşısında olabileceğini, sadece sözle yapılacak tehditlerde veya şahsına, eşine, çocuklarına veya malına yönelik korkutmalarda böyle bir durumun söz konusu olmayacağına dair açıklamalarını zikretmektedir. Sonra. (Allah ona rahmet etsin) şöyle demektedir: "Eğer bunu anlamış-san, sana Nebî'nin (s.a.), "İslâm garip olarak başladı ve yine başladığı zamanki gibi garipliğe dönecektir." (Müslim, Kitabu'l-iman, c.l, sf.197-198 İslâm'ın garip olarak başladığını, tekrar garipliğine dönüp, iki mescid arasına toplanacağını beyan babı. 232 nolu hadis; Tirmizi, İman Babları c.4, sf.385-386 İslâm yabancı bir nizam olarak başladı ve ileride yabancı olacaktır mevzuu, 2764-2765 nolu hadisler.) sözünü izah eden, aktaran birçok insanın nasıl bu duruma düştüğünü de bilmişsin demektir. Muhakkak ki bu din garipliğe dönmüştür. Ve gerçeği görenler o garipliği yaşamaktadır. Yardım Allah'tandır." İbni Atîk'in sözleri burada sona eriyor.
Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvehhâb. Hükmü muvâlâti ehli'l-işrâk (Şirk Ehliyle Dost Olmanın Hükmü) adlı eserinin mukaddimesinde şöyle demektedir: "Allah sana rahmet etsin, şunu bil ki, bir insan müşriklere veya onların dinlerine, onlardan korkup çekindiği için veya serlerini defetmek ya da vaziyeti idare etmek için muvafakat gösterirse, o insan tıpkı muvafakat gösterdiği o topluluk gibi kafir olmuştur. Onların dinlerini kerih görse, onlara kalben buğz etse, İslâm'ı ve müslümanları sevse bile böyledir."
Daha sonra müşriklere malla ve dostluğun icap ettirdiği değişik biçimlerde yardım etmek ve Müslümanlarla olan dostluğu kesmek gibi daha şiddetli durumları zikretmekte ve şöyle demektedir: "Ancak, zorlama altında olan, müşrikler tarafından ele geçirilmiş kişi müstesnadır. Ona, "küfret" veya "şunu yap" derler. "Eğer dediğimizi yapmazsan sana söyle şöyle yaparız. Seni öldürürüz!" derler. İsteklerine ulaşıncaya kadar işkence ederler. İşte bu durumdaki kişinin, kalbi imanla dopdolu olarak, dili ile onlara muvafakat göstermesi caizdir.
Alimler, şaka yollu bile olsa küfür kelimesini söyleyen kişinin kafir olacağı hususunda fikir birliği içinde iken sadece korktuğu için ve dünyaya olan düşkünlüğünden ötürü küfri fiiller sergileyen, küfrü icap ettiren sözler sarf eden insanların hali nice olur?" Sonra bu hususta yirmiden fazla delil sıralamaktadır. Bu yüzden ed-Delâil (Deliller) isimli kitabı epeyce şöhret bulmuştur.
Bu eser müşriklere dostluk gösterip, onlarla uyum içinde yaşayıp, kanunlarını, hükümetlerini, ordularını savunup bir de kendilerini İslâm davasına nispet edenlerin gerçekleri görüp iyice düşünmeleri, tefekkür etmeleri için oldukça faydalıdır. Bu onlar için gerçekten çok mühimdir. Özellikle Şeyh Hamd b. Ali b. Atık ve Şeyh Süleyman'ın (rahimehullahuma) kendi zamanlarında Neca'ya giren Türk askerleri hakkında halkı ikaz edip, onları birçok bidata sarılmış ve hurafelerle dolu birçok inancı olan bu toplulukla dostluk kurmaktan sakındırmak amacıyla yazdıkları Sebîlu'n-necât ve'l-fikâk ile ed-Delâil adlı eserlerin önemi büyüktür. Bu konuyla ilgili olarak ed-Dureru's-seniyye'nin Cihâd Babının 309. sayfasına ve diğer eserlere bakılabilir.
Şu da malumdur ki, Şeyh Muhammed b. Abdulvehhâb'ın çocukları ve ona tabi olanlardan olan Necd ulemasının meşhurları Türkiye Devletini ve onun ordusunu tekfir ediyorlardı. Bu birçok risalelerinde sabittir. Hatta onlara dost olanları ve onların itaati altına girenleri, onlardan hoşnut olup onları mü'minlerin dışında destek olarak gören herkesi de tekfir etmişlerdir. Bu durumda insanın aklına ciddi olarak şu soru geliyor: Meşhur imamların, zamanımız müslümanlarının çoğunun o ve içerisinde bulunduğu kötü durum için üzülerek gözyaşı döktükleri Türk Devleti ve ordusu hakkındaki hükümleri ve ona dostluk gösteren, onu seven, onun varlığıyla övünenler hakkındaki hükümleri bu ise acaba asrımızın 'Yasak kulcukları' için söyleyecekleri sözler nasıl olurdu?
Acaba, günümüzde onlara, ordularına, polislerine duydukları korkudan dolayı ya da güzel evler, makamlar, itibar vs. gibi dünyanın süsü ve metaından mahrum kalma endişesiyle gösterdikleri dostluk karşısında nasıl hüküm verirlerdi?
Acaba onlara samimiyetle hizmet edeceklerine ve kanunlarına saygı göstereceklerine dair yemin edenler hakkında nasıl hüküm verirlerdi? Eğer zamanımızda yaşamış olsalardı o âlimler, acaba ne derlerdi?...
İşte ikaz bu ikazdır ey akıl sahipleri! İşte tevbe bu tevbedir ey gafiller! Dinin aslında, temelinde fitne ortaya çıkmıştır. Dem bu demdir. Bu fitne dinin bîr takım kollarında değil veya dünyaya ait bir takım meselelerde değil dinin temelinde, aslındadır. Dinin muhafazası için aşiretlerin, eşlerin, malların, ticaretlerin, meskenlerin kalkan yapılması zamanıdır. Bunlardan fedakarlık etmenin, feragat etmenin zamanıdır. Yoksa din onlar için feda edilmez. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun elçisinden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli İse artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet etmez."" (Tevbe, 24) İyice düşünün ve anlamaya çalışın. Allah, kendisinin, Rasûlü'nün ve kendi yolunda cihad etmenin yukarıda sayılan dünyalık menfaatlerden daha önce gelmesi gerektiğini, daha sevimli olması gerektiğini beyan ediyor. Öyle ki, sizin nazarınızda dininiz sahip olduğunuz şeylerin en kıymetlisi ve en yücesi olmalıdır." (ed-Durer, Cihad Babı. 127.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder